11/06/2025
Üniversiteye ilk adım attığımda, takvimler 21. yüzyılın başını gösteriyordu. Üniversitelerde her şey daha yavaş, daha fiziksel, daha sınıf odaklıydı. Bilgi kutsal, bilgiye erişim zordu. Derslikler bilginin mabedi, hocalar hakikatin taşıyıcısı rolündeydi. Akıllı telefon, tablet yoktu, diz üstü bilgisayarlar öğrenci için lüks, olanı taşıması da ayrı dertti. Hoca tahtaya bir şema çizerdi, telefonunu çıkarıp tahtanın fotoğrafını çekemediğin bir dünyada not almaktan başka çare de yoktu. Çünkü o çizim ne kütüphanede vardı ne de Google’da.
Dolayısıyla bilgiye ulaşmak için sınıfa gitmek zorundaydı öğrenci. Hocanın anlattığını duymadan, o ortamda bulunmadan anlamak zordu. Ders biricikti, hocanın sesi gibi. Hatta çoğu zaman bir arkadaşın notları bile meseleyi çözmeye yetmezdi. Bilgi canlıydı, mekâna bağlıydı ve zamanla sınırlıydı. O yüzden sınıfa gelmek bir tercih değil, zaruretti.
Yapay zekâ araçlarının gündelik eğitime doğrudan dahil olduğu, bilgiye erişimin değil, bilginin yerini sorguladığımız bir dönemdeyiz artık. Sınıfa gelen öğrencilerin, “Burada ChatGPT’nin bana veremeyeceği ne var?” şeklindeki sorgulamalarının gayet meşru olduğunu kabul etmek gerek. Bugün öğrencilerin ders içeriğini öğrenmek sınıfa gitme mecburiyeti var mı? Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum. Ama bu soruya verilecek -her ne kadar doğruluğundan emin olmasam da inandığım- bazı cevaplarım var.
Burada sanırım öncelikle soruyu yeniden formüle etmek gerekiyor. Benim derste anlattığım içeriği, dağınık bir internet denizinden eksiksiz, bağlamlı, yorumlanmış ve pedagojik olarak süzülmüş hâlde bulabilirler mi? Bilgiye ulaşmak kolay, ama sanırım anlam kurmak hâlâ zor. Nitekim, bilgiyi bulmak yetmiyor; neyi neyle ilişkilendireceğini, hangi bağlamda tahlil edeceğini bilmek gerekiyor. Dersler, bu bağlamı kuran, bilgiyi “ezber” olmaktan çıkarıp “anlam”a dönüştüren alanlar. Eğer sadece bilgi lazımsa, evet, Wikipedia yahut ChatGPT fazlasıyla yeterli. Ama anlam inşa etmek, düşünceye yön vermek ve çerçeve sunmak hâlâ dersin ve hocanın işi.
Bu noktada çok makul bir başka soru atılabilir ortaya. Öyleyse dersleri niçin kaydederek öğrencilerle paylaşmak yerine, öğrencileri derse davet ediyoruz? Hatta bu soruyu bir adım ileri taşırsak, bugün dersleri video olarak kaydettiğimizde yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda bir veri seti ürettiğimizi de kabul etmemiz gerekiyor. Bu video içerikleri, yalnızca öğrenciler tarafından tekrar izlenmekle kalmıyor; yapay zekâ sistemlerinin analizine de açık hâle geliyor. Diksiyonum, örnek seçimlerim, konulara ayırdığım süreler, soru-cevaplar, bunların hepsi tahlil edilebilir birer veri haline dönüşüyor. Bu durum, derste anlatılanın sadece pedagojik değil, dijital olarak yeniden üretilebilir bir nesneye dönüşmesi anlamına geliyor.
Peki neden dersi video çekip paylaşmıyorum da her dönem yeniden anlatıyorum? Çünkü ders anlatmayı sadece “bilgi aktarmak” olarak görmüyorum. Anlatım, anın ritmiyle, sınıfın tepkisiyle, öğrencinin o günkü hâliyle şekillenir. Aynı espri bir gün çalışır, ertesi gün sınıf sessiz kalır. Aynı örnek bir yıl öğrencinin ilgisini çekerken, bir sonraki yıl anlamını yitirebilir. Canlı anlatımın değeri, içeriğin değil bağlamın, ilişkinin ve etkileşimin taşıdığı anlamdadır.
Dolayısıyla dersin videosu izlenebilir; ama sınıf yaşanır. Bu fark, dijital çağın henüz tam olarak ikame edemediği yegâne pedagojik alan bana kalırsa. Bu yüzden dersi sadece “kaydedilebilir” değil, “kurulabilir” bir ilişki olarak görmekten yanayım. Ve bu ilişki her dönem yeniden kurulmalı, yeniden nefes almalı.
Yahut belki de bu yazı, modası geçmiş bir eğitim süreci üzerine kendince romantik gerekçeler üretmeye çalışan bir akademisyenin sayıklamalarından ibarettir. Bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek.